TİMUR’UN FİLLERİNİN ÇİĞNEDİĞİ DEĞERSİZ DÜNYA
Değerli kardeşlerim:
İnsanoğlu hikaye dinlemeyi sever. Olmadığını bildiği kaf dağının ardındaki anka kuşunun sırtında seyru sefer ederek masallar ülkesindeki perileri görmeyi, yakutlarla bezenmiş tahtları, o tahtlar üzerinde oturan kralların dillere destan topraklarını diline dolamayı çok güzel becerir.
Ancak her masal bittiğinde gökten üç elma düşeceğini beklediği yerde masumların üzerine düşen bombaların gerçekliğine inanmamayı tercih ederek masallar diyarında uykuya dalmayı mutlu bir hayatın formülü sayarak gerçeklere karşı kör, sağır ve dilsiz olmayı tercih eder.
Oysa insan zannettiklerinin değil gerçekliğin hesabını vereceğini düşünmek dahi istemez. Rabbimiz bu gerçekliğe işaret ederek tüm masal aleminde uykuya dalanlara mesajını açıkça şöyle ortaya koyar:
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
“Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.”
اِذْ يَتَلَقَّى الْمُتَلَقِّيَانِ عَنِ الْيَم۪ينِ وَعَنِ الشِّمَالِ قَع۪يدٌ
“Onun sağında ve solunda oturmuş iki kayıtçı melek, onun her söz ve davranışını yazmaktadır.”
مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلَّا لَدَيْهِ رَق۪يبٌ عَت۪يدٌ
“Ayrıca yanında onu gözetleyip duran ve ağzından çıkan her bir sözü anında kaydeden bir melek vardır.” [1]
Evet! İnsanın her yaptığı yazılmakta ve yarın huzur-u mahşerde her yaptığı kendisinin lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacaktır. Bu gerçek ayan beyan ortadayken, bu kadar kan ve gözyaşı varken, masum çocuklar açlıktan ölürken, masum kadınlar bombaların gölgesinde yaşam savaşı verirken, babalar un kuyruğunda evlatlarına bir parça ekmek getirebilmek için kesilmeyi bekleyen kurbanlık koçlar gibi katlediliyorken insanlık masal dinlemeye, masal anlatmaya, masallarla yaşamaya devam ediyor.
Öyleyse bizde uyuyan siz Müslümanlara masallarla anlatalım yaptığımız işin gerçekliğini ve oynadığımız tiyatronun sonucunun nereye varacağını:
Bugün ortaya çıkan bunca olumsuzluk karşısında hakkı kendi aralarında konuştukları halde egemenlerin karşısına çıktığında sıvışanlara Timur ile nasreddin hocanın hikayesi ile başlayalım:
Timur, ordusundaki fillerden birini, Nasreddin Hoca'nın memleketine gönderir. Fil o kadar büyük, o kadar oburdu ki, köyde ne kadar ot, saman varsa, hepsini silip süpürür. Bu duruma köylüler daha fazla dayanamazlar. Nasreddin Hoca'yı da önlerine katarak, Timur'a şikayet için yola çıkarlar. Nasreddin Hoca'ya destek olacaklarına söz veren köylüler yolda birer ikişer sıvışırlar.
Tek başına kalan Nasreddin Hoca, Timur'un huzuruna alınır.
Timur'un o gün çok sinirli olduğunu gören Hoca, şikâyeti bir tarafa bırakıp:
– Köyümüze gönderdiğin filden bütün köylüler çok memnun kaldılar. Yalnız, zavallı hayvan tek başına yaşıyor. Hayvancağız için bir de dişi fil gönderilmesini istiyoruz, işte bunu arz etmek için huzurunuza geldim, der.
Bu sözlere çok sevinen Timur, hemen yanındakilerine, Nasreddin Hoca'nın köyüne bir de dişi fil gönderilmesi için emir verir. Nasreddin Hoca, tek başına köye döner. Tüm köylüler sevinçli bir haber bekliyordur. Nasreddin Hoca'ya, Timur'un fili ne zaman geri alacağını, sorarlar.
Nasreddin Hoca gülümser:
– Ne geri alması, der. Timur hizmetinizden öyle memnun olmuş ki, yakında size bu filin dişisini de göndermeye karar vermiş.
Yapılan kötülükleri bildiği halde susan çağdaş dünyanın dilsiz şeytanlarının kısık sesle dile getirdikleri yanlışları yüksek alkışları ile örtbas ettiği bir dünyada ne Timurlar biter, neden bizi sömüren filleri…
Peki! Ama daha ne zamana kadar küçük menfaatlerimiz, sahte sevgilerimiz, sözde büyük hayallerimiz için adam satmayı, fillere yeni dişiler eklemeyi bırakacağız.
Osmanlıda olduğu gibi ne zaman ümmetin idaresini elinde bulunduranlara her Cuma selâmlığına gidip gelirken yüksek sesle:
“Mağrûr olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!..” diye söyleyerek onlarında fani olduklarını hatırlatacağız.
Oysa herkes bilmekte ki bu saltanatların gerçekte bir karşılığı yok! Saltanatın geçiciliğini anlamayıp masal anlatanlara onların anlayacağı dilden bir hikâye anlatalım:
Sultan III. Mustafa laleli camii’ni yaptırırken çevrede Lâleli Baba namında her sözü hikmetli evliya bir zatın yaşadığını öğrenir. Onunla görüşmek, sohbetinden istifade etmek istediğini söyleyerek haber gönderir. Lâleli Baba, padişahın kendisini ziyaret etmek istediği haber alınca buyur eder. Padişah, Lâleli Baba’nın sohbetinden pek memnun kalır ve onunla daha sık görüşme arzusunu belirterek ayrılırken bir soru sorar.
“Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba?
Lâleli Baba cevap verir:
“Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini yapabilmektir”, der.
Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmaz. Başından beri hikmetli konuşmalarıyla kendisini etkileyen kişiye böyle bir cevabı pek yakıştıramaz, nezaketsiz bulur. Padişahın gönlünden geçen bu düşünce ve itiraz, Lâleli Baba’ya malum olur. Yakında görürüz, anlamında bir tebessümle sultana mukabele eder.
Padişah ve beraberindekiler oradan ayrılıp saraya dönerler. Ertesi gün padişah rahatsızlanır. Bir türlü ihtiyacını giderememektedir. Saray hekimleri seferber olurlar. Çeşitli otlar ilaçlar nafile. Hiçbir çare bulamazlar. Padişah kıvranmakta bir türlü rahatlayamamaktadır. Nihayet hatasını anlar, ve bu hâlin Lâleli babanın sözüne itirazından dolayı başına geldiğine hükmeder. Derhal adamları ile Lâleli babanın yanına giderek hata ettiğini, kendisini affetmesini rica eder.
Lâleli Baba, Allah’ın nice nimetlerine sahip olduğumuz halde, alışkanlık sebebiyle bunların kıymetini bilmiyoruz, der. Yiyip içtikten sonra ihtiyaç gidermenin büyük bir nimet olduğunu hatırlatır.
“Pekala, rahatlaman karşılığında ne vereceksin?” der.
Padişah: “Senin bölgende yaptırdığım o camiyi sana bağışlayacağım.”
“Yetmez” der Lâleli baba.
Padişah birçok şeyler daha bağışlar.
Şeyh, “Bunlar yetmez” demeye devam eder.
En sonunda, “Seni affederim, bu halden de kurtulursun ama karşılığında saltanatı isterim, yoksa kendin bilirsin” der.
Padişah bu halden o kadar bunalmıştır ki “O da senin olsun” der.
Baba dua eder, “Haydi git Allah’ın izniyle kurtulacaksın” diyerek sırtını sıvazlar.
Padişah gerçekten bu sıkıntılı halden kurtulur ve çok rahatlar. Fakat saltanat da elden gitmiştir.
Hikaye bu ya, koskoca Osmanlı sultanı çaresiz, saltanatı teslim etmek üzere adamları ile Lâleli babaya gider. Lâleli Baba sultanın haline bakıp der ki:
“Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize lazım değil, al yine senin olsun. Bize sadece caminin adı yeter.” diyerek padişahı yolcu eder.
Ancak ne hazindir ki bugünün padişahları ve onların dalkavukları kendilerinin def-i hacetini bile kontrol edemeyecek kadar aciz olduklarını unutup büyüklendikleri bir dünyada Kartalın ufukta gördüğünü kümesteki tavuklara anlatamaya çalışıyoruz.
Bizler artık eyyy diye başlayan cümlelerden, kapalı kapılar ardındaki yasak aşklardan, kâr elde edildiği zannedilen kanlı ticaretlerden çok sıkıldık!
İnsan Can Yücel’in mısraları ile seslenesi geliyor:
“Bana şiirlerinde küfür etme diyorlar usulsüz… bu kadar haini, satılmışı, ihaneti nasıl anlatayım küfürsüz?
Yaşananlar karşısında insanın aklıselim düşünme yetisini kaybetme noktasına geldiği şu zamanda Rabbim hidayeti üzerine düşünebilmeyi bizlere nasip eylesin!
[1] Kaf 16 - 18